13 Ekim 2012 Cumartesi 12:50
çıkan başlıklar şöyle:
“İnsanlık, küreselleşmeye uygun yeni bir dil geliştiremedi…”
Bugün insanlık yeni bir dünya ile karşı karşıya. Nedir bu
yeni dünya? Bu dünya eski dünyaya oranla aradaki bütün sınırları ortadan
kaldıran bir dünya. Eskiden herkes kendi havuzunda yaşıyordu. Aralarında
duvarlar vardı. Duvarlardan küçük sızmalar olabiliyordu ama havuzlar bu küçük
sızmaları çok rahatlıkla içine alabiliyordu. Ancak küreselleşme ile birlikte
sınırlar tamamen kalktı ve bu havuzlar birbirine karışmaya başladı; bütün
dinler birbirine komşu oldu; bütün kültürler iç içe geçti; uzaklar yakın oldu. Bu, bütün insanlık âlemi için gerçekten çok yeni bir durum. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki insanlık, bu yeni duruma uygun bir dil, bir kültür, bir düşünce henüz geliştiremedi.
“İslam, belli bir
coğrafyanın, kültürün ve belli bir kavmin dini değildir…”
Peki dinler, insanlığın bu durumu aşmasına yardımcı olamaz
mıydı? Aslında evrensel ilahi dinler, bu potansiyeli içlerinde barındırıyorlar.
Özellikle son ve ekmel din olan İslâm, bütün bunların üstesinden gelebilecek
bir güce, potansiyele sahip. Çünkü İslâm dini, belli bir coğrafyanın, belli bir
kültürün ve belli bir kavmin dini değildir. Bizim Rabbimiz bütün âlemlerin Rabbi’dir.
Peygamberimiz, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberdir. Böyle
olduğu içindir ki İslâm dini, bütün bu farklı kültürleri ve farklı düşünceleri
birlikte yaşatma gücüne sahiptir. Nitekim tarihte de dünyanın muhtelif
yerlerinde medeniyetler kurarken bunun üstesinden geldi; farklı dinleri, farklı
kültürleri bir ahlak ve hukuk çerçevesinde birlikte yaşatma gücüne hep sahip
oldu. İslâm’ın kendisi bu güce sahip olmakla birlikte modern zamanlarda
Müslümanlar bu durumun üstesinden gelemedi. Böyle olduğu içindir ki bir kaygı
başladı. İslamofobiayı iki şekilde tercüme edebiliriz. Çok pesimist bir
yaklaşımla bunu “İslâm korkusu ve korku” diye ya da “kaygı” olarak
çevirebiliriz. Ben şahsen “kaygı” olarak çeviriyorum. Bu kaygı, üç aşama ile
bir çerçeveye dönüşüyor. Önce bir kaygı oluşuyor. Bu kaygılar bir müddet sonra
İslâm karşıtı politikalara daha sonra da bu politikaları besleyen imaj ve
söylemlere dönüşüyor. Aslında kaygının çaresi, bilmektir, tanımaktır,
tanışmaktır. Nitekim bu kaygı zaman zaman ihtidalara vesile olmaktadır. Bu
kaygısını gidermek için okumalar yapan nice insanlar Müslüman olmaktadır. Ancak
bu kaygıyı fark eden belli bazı siyasi akımlar da bunu İslâm karşıtlığı
politikasına dönüştürmekte ve ardından bu kaygı ve politikaları meşrulaştırmak
için bir imaj ve söylem mühendisliği yapmaktadır. İşte son dönemde ortaya çıkan
film, bunun önemli bir göstergesidir.
“Almanya kilise temsilcileri, sünnet yasağı ve afiş kampanyasından utanç duyduklarını
söylediler…”
Almanya’ya gitmeden önce üç olumlu, iki de olumsuz haber
gündemdeydi. Olumlu haberlerle başlayacak olursak öncelikle Hamburg eyaletinde
ilk defa içerisinde bütün Müslüman kuruluşların yer aldığı Müslüman dinî
cemaatin, resmen kabul edilmesini saymalıyız. Bu, önemli bir gelişmedir. Bunu
diğer eyaletlerin de örnek alması için bir çalışma yapılması gerekiyor. İkinci
olumlu haber de Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde okullarda ilk defa İslâm din
dersleri kabul edildi. Üçüncü olumlu haber ise Şansölye Merkel’in hem de bir Hıristiyan
demokrat partili olarak kendi üyelerine hitaben yaptığı konuşmada ilk kez “İslâm,
Almanya’nın bir parçasıdır” diye açıklama yapmış olmasıdır.
Bunlarla eşzamanlı olarak iki tane de olumsuzluk var. Bunun
ilki, sünnet yasağı. Yani bu hakikaten konuşulması gereken enteresan bir
örnektir. Ben gezim sırasında hem Protestan hem de Katolik kilisesi yetkilileri
ile yaptığım görüşmelerde kendilerine doğrudan bu yasağı nasıl bulduklarını,
nasıl yorumladıklarını sordum. Bütün yetkililere sorduğum soru bu idi. İkinci
olumsuz durum da Avrupa’da İslâm’ın ve Müslümanların varlığının bir güvenlik
konusu haline gelmiş olmasıydı. Ben bu geziyi bir güvenlik işbirliği
çerçevesinde bir takım afişlerin hazırlanarak tebessüm eden genç Müslüman
çehrelerin resimlerinin basılması suretiyle “Kayıp Aranıyor!” başlığı altında
çok garip, rahatsız edici yöntemlerle afişlerin asıldığı bir dönemde gerçekleştirdim.
Almanya’da çok güçlü iki kilise olan Katolik ve Protestan kilisesinin öncüleri
ile bu konuları görüştüğümde her ikisi de adeta aynı cümlelerle her iki
hadiseden de utanç duyduklarını bana çok açıkça ifade ettiler ve ben de bundan
çok büyük bir mutluluk duydum.
“Siyaset, artık çok kültürlülüğü yönetemez oldu…”
Dünyada siyasetler, çok kültürlülüğü yönetememeye başladı. Bu
sebeple ben dini kurumların, din adamlarının, din bilginlerinin, fikir ve
düşünce insanlarının bu konuda daha aktif rol alması gerektiğini düşünüyorum.
Bu ziyaretin amaçlarından birisi de buydu. Siyaset bu çok kültürlülüğü
yönetemeyince bu tür garip tedbirlere başvurabiliyor ama din adamları bunu
önlemede daha aktif rol almalıdır. Benim en büyük korkum çok kültürlülüğü
yönetemeyen siyasetle din adamlarının ve dini kurumların fikri düzeyde birleşmeleridir.
İşte bu, büyük bir cepheleşmeyi meydana getirir. Bu, aynı zamanda çok büyük
sorunların da habercisi olur.
“Merkel’in açıklamaları sorununun çözümüne katkı sağlama arayışının sinyalidir…”
ABD’deki filme gösterilen tepkiler, o filmin Berlin’de bir
grup tarafından gösterime konulmak istenmesi, sünnet yasağı, afiş krizi bütün bunlar
birleştiği zaman ülke yöneticilerinin bu gidişatın yanlış olduğunu ve yanlış
yerlere gideceğini, bunun ayrımcılık ve ırkçılık politikalarına ivme
kazandıracağını gördüklerini ve bundan dolayı da yeni bir konsepte ihtiyaç
duyduklarını, yeni bir çaba içerisinde olduklarını hissettim. Belki Şansölye Merkel’in bu açıklaması da
onun bir ürünüdür. Almanya’da bütün sivil toplum örgütleri ile görüşmelerim
oldu. Onlarla yaptığım görüşmelerde bu çağrıya kulak vererek kendilerinin de bu
toplumun bir parçası olma noktasında daha müspet, daha olumlu adımlar atmaları
gerektiği mesajını verdim.
"Tepkilerin arka planında 200 yıllık yaralı bir bilinç var…”
Nefret içerikli yayınların tahlilini çok iyi yapmak gerekiyor.
Bu yapılmazsa Müslümanların filme gösterdikleri tepkiyi tahlil etmek zor olur.
Günümüzde mukaddesata hakaret ederek toplumları ve kültürleri aşağılamak,
kültürel bir işkenceye dönüşmüş durumdadır. Cezalar, somut ve soyut cezalar
olmak üzere ikiye ayrılır. Soyut cezalar ruha ıstırap veren ve kültürel işkenceye
dönüşebilen cezalardır. Kültürleri ve farklı medeniyetleri mukayese ettiğimiz
zaman İslâm’ın başka dinlerin mukaddesatına dil uzatarak kültürel işkence
yapmayı yasakladığını görüyoruz. Hz. Peygamber (SAS) bunu yasaklamıştır. Ancak
bugün kendini üstün gören bir kültür var. Yüzlerce yıllık sömürge dönemi ve
ardından mukaddesata dil uzatarak kültürel işkence yapılıyor. Ben filmle ilgili
şiddete yönelen tepkilere karşı çıktım.
Ancak bu tepkilerin arkasında 200 yıllık bir yaralı bilinç var.
Sömürgeler, yeraltı kaynaklarının sömürülmesi, yıpranmalar, despot yönetimler
var. Bunun üstüne bir de mukaddesata hakaret olunca insanlar feryat ediyor.
İnsanlar, sadece bir film ya da karikatür için sokağa çıkmıyor.
“İslamofobi, bir endüstriye ve rant aracına dönüştürülmüştür…”
Müslümanların bu olaylara karşı gösterdikleri tepki aslında
İslamofobiyi tetikliyor. Bu tepki biçiminden en çok kim yararlanıyor ve en çok
kim zarar görüyor diye baktığımızda en çok, kışkırtanların yararlandığını ve en
çok da İslâm’ın zarar gördüğünü görüyoruz. İslâm dünyasında ziyaretler ağı
başlatarak, dinî kurumlarla görüşerek yüksek bir bilinç ve özgüven
oluşturulursa tüm bunların birer kışkırtma olduğunu anlamak zor olmayacaktır.
Dünyayı iyi okumak lâzım. Antisemitizmin ortaya çıkışı ile İslamofobi’nin
ortaya çıkışı mukayese edilmeli ve bu tür kışkırtmaların meşruiyet alanı
daraltılmalıdır. Daha da önemlisi, Müslümanların bu tür olaylara karşı ortak
bir bilinçle tepki vermesi sağlanmalıdır. Bu tepkinin İslami ahlak ve hukuk
kuralları çerçevesinde ve anlamlı olması lazım. İslamofobi bugün bir endüstriye
ve rant aracına dönüştürülmüştür. Onun için öncelikle, batıda oluşturulan
kaygıları nefret suçlarına dönüştürmek için oluşan meşruiyet zeminini
değiştirmek gerekiyor. İfade özgürlüğü ile nefret suçunu ayrıştırmak gerekiyor.
Bunu batıya anlatmak zor ama bu, mutlaka yapılmalıdır.
“Alevilik konusunda daha yapıcı ve daha özenli bir dil kullanmalıyız…”
Başta Diyanet mensupları olmak üzere Türkiye’de yaşayan
herkesin Alevilik konusunda daha yapıcı, daha onarıcı ve daha özenli bir dil
kullanması gerekiyor.Ben şahsen Diyanet
İşleri Başkanı olarak, bir ilim
talebesi, bu kültürü ve medeniyeti bilen bir insan olarak bu tartışmayı çok
uygun bulmuyorum. Aleviliği İslâm’ın dışında farklı bir kimliğe ve dine
dönüştürme çabalarının uluslararası bir mühendislik çalışması olduğunu
düşünüyorum. Bugün Avrupa’da, Balkanlarda hazırlanan rapor ve bilgilere artık
sahibiz. Onun için artık bu, bir iddia olmaktan çıkmıştır. Bunun yanında sadece
İslâm’dan değil, Aleviliği Alevilikten koparma çabaları da var. Benim Almanya
seyahatinde ziyaret ettiğim canlar bundan şikayetçi olduklarını söylediler. İslâm’ın
içinde kendisine yol bulan bir yöntemin, İslâm’ın içinde olup olmadığını
tartışmayı uygun bulmuyorum. Bizim hassas olduğumuz nokta öncelikle Sünni
vatandaşlarımız nezdinde Alevi vatandaşlarımızın yolu ile ilgili yalan yanlış
bilgiler varsa bunu düzeltmektir. Ülkemizde Alevi ve Sünni diye bir ayrışma yoktur.
Türkiye’de Sünnilik, Aleviliğin zıddı değildir. Aleviliğin zıddı Emevilik’tir,
o da tarihte kalmıştır. Ben bunları sadece kaynaştırma çabası içinde söylemiyorum;
bütün bunları görerek, bilerek söylüyorum.
“Alevilik, günlük
siyaset ve gündelik hadiseler üzerinden tartışılıyor…”
Diyanet İşleri Başkanlığı sadece belli bir mezhebi değil, bütün
vatandaşlarımızı kuşatma çabasında içerisindedir. Bazı ihmaller olabilir ancak
burada önemli olan husus, bizi birleştirecek, ihtilafları ve ayrılığı ortadan
kaldıracak olan yazılı metinler ve kurucu şahsiyetlerdir. Biz Diyanet İşleri
Başkanlığı olarak Aleviliğin yazılı kaynaklarını ve orijinal metinlerini
yayınlamaya başladık. Bu süreç devam ediyor. Ülkemizde Alevilik, günlük siyaset
ve gündelik hadiseler üzerinden tartışılıyor. Bu konuda da herkesi yeniden değerlendirmeye
davet ediyorum.
“Ortak gönül dilini yeniden keşfetmeliyiz…”
Bizim ortak gönül dilimiz var. Bunu yeniden keşfetmemiz
lazım. Bütün bu sıkıntıları ortadan kaldıracak o zemini bulmamız lazım. Tartışmadan
ziyade birbirimizi anlamamız lazım. Bu şekilde üzerinden, etrafından konuşmak
yerine öğretinin kendisini konuşmak lazım. Cem evi konusunda bizim karşı
olduğumuz tek nokta, cem evini İslâm’ın dışında farklı bir dinin mabedi gibi
göstermektir. Cem evi, caminin alternatifi değildir. Alevilik, İslâm irfan
geleneğinin içinde doğmuş kendine özgü bir yoldur. Bu yolun da niyazı vardır,
erkânı vardır ve bunların icra edildiği mekân cem evidir. Cem evi yapmanın
önünde yasal engel olmamalı ve özgürce yapılmalıdır.
“Kentsel dönüşüm projelerinde camiler de unutulmamalı…”
Ülkemizde 85 bin cami var. Bu camilerin 50 bini köylerdedir,
ancak halkımızın % 75’i şehirlerde yaşamaktadır. Kentlere göç esnasında camilerin
inşası ile ilgili yerel yönetimlerin belli bir politikası olmamış geçmişte. Ve
bu yüzden gelecek kuşakların ihtiyaçlarına cevap vermeyen camiler yapılmış.
Mütedeyyin insanımız bulabildiği arsalara plan proje yapmadan “camikondular”
yaparak ibadetlerini yapmış yıllarca. Bugün onları kınamak hakkına ve haddine
sahip değiliz. Ancak günümüzde camilerin daha işlevsel, daha hayatın içinde
olması gerekiyor.
Depreme, 8 milyon engelli vatandaşımıza, kadın ve çocuklara uygun
olması lazım. Geçtiğimiz hafta Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ile birlikte
tüm kesimlerin katılımıyla I. Ulusal Cami Mimarisi Sempozyumu düzenledik. Önemli
sonuçlar ortaya çıktı. Bu sonuçları bir politikaya dönüştürmek lâzım. İllerde,
içinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Mimarlar Odası ve mahalli idarelerin de
olduğu üst kurullar oluşturarak ortak projeler geliştirilmeli. Kentsel dönüşüm
projelerinde camiler de unutulmamalıdır.
“Diyanet İşleri Başkanlığının görevi, her türlü siyasetin üstünde kalarak birlik ve beraberliği
sağlamaktır…”
Din, tabiatı itibarı ile sivil hizmettir. Diyanet İşleri
Başkanlığı bir kamu kurumu olsa da sivil ayağı oldukça güçlüdür. Diyanet’i
güçlü kılan da sivil ayağıdır. Camileri, Kur’an kurslarını ve müftülükleri halk
yapmıştır. Bazı ara dönemlerde topluma hizmet etmek için kurulmuş dernek ve
vakıfların Diyanet İşleri Başkanlığını alternatif görerek sürtüşme yaşandığı
zamanlar olmuştur. Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı bir hakem rolü üstlenerek,
varsa sorunları düzelterek yapamadığı hizmet olduğunda da yardım ederek,
danışarak, konuşarak güzel bir dille devam etmek daha güzel olurdu. Şu an böyle
devam ediyor, şükürler olsun. Diyanet İşleri Başkanlığı bir grup, hizip veya cemaat
değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı tıpkı bir şemsiye gibi, herkesin kurumudur.
Almanya ziyaretim sırasında tüm kuruluşlarımızla görüştüm, eksiklerimizi
dinledim, mutlu oldum. Din hizmetleri, leke kabul etmez. Biz de İslâm’a aykırı
bir şey gördüğümüzde bunu onlarla paylaşıyoruz, onlar da bundan mutluluk
duyuyor. Diyanet İşleri Başkanlığının görevi, her türlü siyasetin üstünde
kalarak birlik ve beraberliği sağlamaktır.
“Müftünün söyledikleri ilkesel olarak doğrudur, isimleri örnek vermesi ise yanlıştır…”
Samsun il müftümüzün söyledikleri, ilkesel olarak doğrudur. Çocuklara
güzel isim vermek, Hz Peygamberin hepimize emrettiği bir gerçektir. Bu, çocuklara
bir hak olarak verilmiş ve Peygamber Efendimiz (SAS) bunu çok önemsemiştir. Kur’an’da
geçiyor diye her kelimeyi isim olarak vermek de doğru değildir. Burada yanlış
olan isimlerin örnek verilmesidir.
Verilen her bir örnek üzerinde tek tek düşündüğümüzde bu
isimlerin bu iki ilkeyi yadsıyarak, yok sayarak verildiklerini söylemek mümkün
değildir. Kelimelerin üç manası vardır: Sözlük manası, ıstılah manası ve örfi
manası. Örfi mana bazen ıstılahî ve lügatî mananın önüne geçer. Örnekler
üzerinden gitmek doğru olsaydı İslâm geldikten sonra Sevgili Peygamberimiz bir
isim politikası geliştirir ve bütün ashabının isimlerini değiştirirdi. İsmini
değiştirdiği sahabeler vardır ancak bunun sayısı altıyı geçmez. Sahabenin
isimleri eğer çok uç ve aşırı örnekler değilse onlara o isimlerle hitap etmeye
devam etmiş, yüz bin sahabenin içinde sadece altı sahabenin isimlerini
değiştirmiştir. O sayılan isimlerden bazılarını telaffuz ettiğimizde hep olumlu
şeyler çağrıştıran manalar topluluğu olduğunu görürüz. Sadece sözlüğe bakarak
hareket edersek yanlış yapmış oluruz. Onlar artık isim olmaktan çıkmış, alem
olmuş ve farklı manalar kazanmıştır. Aynı zamanda kişinin dedesinin, babasının
adıdır ve kendi geçmişini yad eden bir yanı vardır. İsimler verilmeden o
ilkeler söylense idi daha doğru bir yaklaşım olurdu.